YARATICILIK BOYUN EĞMEMEKTİR
Yaratıcılık Bir Eser Ortaya Koymaktan Öte, Bir Yaşam Biçimidir.
Bu yazıda bahsedilecek olan yaratıcılık; ortaya somut bir eser koymakla değil, bir varoluş biçimiyle ilgilidir. Bir canlılıktır. Okuyacaklarınız, yaratıcı bir kavrayış ve yaratıcı bir yaşam biçiminin ne olduğu üzerine düşünmek, bir insanın yaratıcılığını nasıl kaybettiğini sorgulamak ve yaratıcı yaşam biçimine, canlılığına yeniden nasıl sahip olabileceği üzerine olacaktır.
Bir çocuk, elindeki boya kalemiyle beyaz bir kağıda çizgiler çekerken dünyayı yeniden yaratır ya da bir sanatçı, tuvalinin başında çizdikleriyle kendi gerçekliğini dış dünyanın gerçeklikleriyle harmanlar ve ortaya bir eser çıkarır. Ancak onlara bu eylemleri yaptıran şey, ortaya koydukları ürünün ötesinde bir varoluş şeklidir. Sanatçılar, eserlerinden önce, yaratıcı bir yaşam biçimine sahip olan kişilerdir. Bu nedenle bu yazıda ele alınan yaratıcılık, ortaya konulan sanat eserinden ayrı düşünülmeli ve bir yaşam tarzı olarak incelenmelidir.
Yaratıcı Kavrayış ve Varoluş
Yaratıcı bir yaşam, bireylerin hayatta kalması ve kendilerini gerçekleştirebilmesi için temel bir koşuldur. Yaratıcılık, kişinin hayatını yaşanmaya değer olarak görmesidir. Bu durum, herkesin sahip olabileceği bir kapasite ve varoluş halidir. Ancak her birey yaratıcı yaşamdan yeterince nasibini alamamıştır ve yaratıcılıklarını ortaya çıkaramamışlardır.
Yaratıcı Kişilikler Kimdir?
Yaratıcı bireyler, kendi gerçek kendilikleriyle bağlıdırlar. Onlar, herhangi bir boyun eğme zorlaması olmadan, doğallıkla kendilerini ortaya koyabilirler. Bu kişiler, iç ve dış gerçeklikleri bir arada tutabilen, iç dünyalarından çıkan fikir, duygu ve düşünceleri dış dünyayla bağlantılı hale getirebilen bireylerdir. Ne dış dünyadan tamamen uzaklaşırlar ne de kendi iç dünyaları ile temaslarından koparlar.
Yaratıcılık, boyun eğmemektir..
Hiçbir insanın yaratıcılık kapasitesi tamamen kaybolmaz; fakat boyun eğmeye zorlayan çevresel koşullar, bireyin kendine has olan benliğini, ruhsallığının en derin ve gizli katmanlarına hapsedebilir. Bu kişiler için uygun yaşam koşulları sağlandığında, gerçek kendilikleri yeniden ortaya çıkabilir ve yaratıcı bir varoluşa geçiş yapabilirler. Winnicott bu durumu şu sözlerle ifade eder: “Yeterli bir beyin kapasitesi, onu yaşayan ve topluluğun hayatında rol alan bir kişi haline getirmeye yetecek bir zekâsı olduğu takdirde, birey hasta olmadığı ya da yaratıcı süreçlerini boğan çevre faktörleri tarafından engellenmediği sürece, olup biten her şey yaratıcıdır.” Yani winnicott her bireyin bilinçli olarak yapmak istediği ve yaptığı, söylemek istediği ve söylediği, kendi gerçekliğinden geleni fark edip onu kendine has bir şekilde ortaya koyabilen her insan yaratıcı yaşam biçimine sahip olduğunu söylemiştir. Dolayısıyla herhangi biri -bebek, çocuk, ergen, yetişkin, yaşlı- herhangi bir şeye sağlıklı bir biçimde baktığında, şımarıklık adını verebileceğimiz kendisini ortaya koyduğu davranışları ile, bir insanın kendisine ait farklı bir fikri olabilmesi ve onu dış dünya ile paylaşabilmesi gibi herhangi bir şeyi istemesi ve kasten ortaya koyması da bir yaratıcılığı tezahürüdür. Ya da tüm doğallığıyla ortalığa tükürükler saçan çocuğun, yemeğe farklı bir baharat ekleyerek yorum katan kişinin, kendine has bir iletişim şekli ile ilişki kuran kişinin, an be an yaşamasında da görülebilir bu yaratımlar.
Yaratıcılığı Engelleyen Durumlar
Yaratıcı yaşamın ortaya çıkışını engelleyen iki uç durum vardır; biri kişinin dış gerçeklikten kopması, diğeri kişinin dış gerçeklikle fazlasıyla ilişki kurmasıdır.
Dış dünyadan ve gerçeklikten tamamen kopan bireyler, kendi iç gerçekliklerine sıkışırlar. Bu kişiler, olan biten her şeyi öznel olarak yorumlarlar ve varsayımlarına sorgulamadan inanırlar. Dolayısıyla kolayca sanrıya kapılabilirler. Bu durumun aşırı ucuna giden yolda görme ve işitme bozuklukları gibi fiziksel yetersizlikler, şizoid kişilikler ve sonrasında halüsinasyonlar/sanrılar gören kişiler ve şizofren hastaları bulunabilmektedir.
Öte yandan kişinin iç dünyasından koptuğu bir yaşamda kendi gerçekliğinden, gerçek benliğinden kopmuştur. Kişi kendisine temas edememektedir ve gerçek benliğini oluşturamamıştır. Bu kişinin yaşam ile kurduğu ilişkisinde bir boyun eğme hali mevcuttur. Yalnızca dışarı odaklılık vardır, ötekilere, sisteme, kurallara aşırı uyum sağlama hali mevcuttur. Böyle bir ilişkideki kişi için dış dünya yalnızca uyulması gereken kurallardan ibarettir. Yaşamlarına kendi içlerinden gelen doğal renkleri ortaya çıkaramazlar da ötekilerin renklerine benzerler, onlara uyum sağlarlar. Bir başkasının yaratıcılığına tutsak bir biçimde yaşarlar. Çevresindeki kişiler hayatı adeta onlar için, onlar yerine yaşarlar. Bu boyun eğme hali de kişinin yaşamında derin bir anlamsızlık ve boşluk duygusu yaratır. Çünkü kişi bu dünyada ne için var olduğunun farkında değildir. Bu dünyada herhangi bir amacı yoktur. Dünyaya dair arzularını bastırmıştır ve arzusuz bir şekilde yaşamaktadır.
Winnicott’un tabiri ile “Bazıları da ayaklarını nesnel olarak algılanan gerçekliğe öyle sağlam basarlar ki ters yönden, yani öznel dünyayla ve gerçeklere yaratıcı yaklaşımla hiç temas kurmama anlamında hastadırlar.”
Winnicott, bu iki durumu psikiyatrik açıdan hastalıklı olarak tanımlar. Bireyin dünyayı öznel olarak yorumlama kapasitesini kaybetmesi ya da aşırı kaygılı bir yaşamın doğurduğu psikiyatrik bozukluklara karşı savunmasız hale gelmesi, yaratıcılığı baltalar. Bu iki uç arasında dengeyi kurabilmek, sağlıklı bir yaratıcı varoluş için gereklidir. Bu dengeyi sağlamanın yolu ise bireyin yeterince iyi bir çevrede yetişmesinden geçer.
Yeterince İyi Çevre Koşulları
Winnicott’a göre, bireyin ruhsal sağlıklı bir şekilde gelişebilmesi için, çevrenin sunduğu destek çok kritik bir rol oynar. Ancak Winnicott, mükemmel ya da kusursuz bir çevreye değil, “yeterince iyi” olan bir çevreye vurgu yapar. Ancak yeterince iyi olabilmesi için yerine getirilmesi gereken bazı koşullar vardır. Yeterince iyi çevre, çocuğun fiziksel, duygusal ve psikolojik ihtiyaçlarına duyarlı bir şekilde yanıt veren bir ortamdır. Bakım veren (genellikle ebeveyn), çocuğun ihtiyaçlarını fark eder ve bunlara uyum sağlar. Çocuğun özellikle bebeklik dönemindeki yoğun bakım ihtiyacına hassasiyetle yanıt verir. Bu ortamda çocuk kendini fiziksel ve duygusal olarak güvende hissetmelidir ki bu güvenlik hissi de, çocuğun dünyayı keşfetmesi ve bireyselliğini geliştirmesi için kritik bir temel sunar.
Yeterince iyi çevre koşulu sağlanamamış bebekler, yaratıcı yaşamdan kopuk yetişkinler olabilmektedir. Çevre koşullarının, özellikle de bireyin bebeklik yaşamının başlarında ne kadar önemli olduğunu birçok çalışmayla ortaya koyan Winnicott, yaratıcı varoluşu da bu kavramıyla açıklamıştır.
Bebek dünyaya geldiğinde her şeyi öznel olarak algılar ve bu öznel deneyimler de zamanla nesnel olanlarla bağlantılı hale gelebilmelidir. Ve bu ancak yeterince iyi çevre koşulları ile mümkündür. Bu çevre, bebeğe sadece bebeklere tanınan bir yoldan delirme imkânını sağladığı zaman gerçekleşir. Bebeklikte yaşanması gereken bu delilik hali, ancak hayatın ileriki safhalarında ortaya çıkarsa gerçek delilik olabilir. Yani bebeklerin öznel deneyimleriyle bir miktar delilik halini yaşaması mümkün kılınmalıdır ve ardından zamanla bebek dış gerçeklikle tanıştırılmalıdır ki bebek kendi benliğini de ortaya koyabilsin ve dış gerçeklikle de ilişki kurabilsin.
Yaratıcı bir yaşam sonradan nasıl inşa edilebilir ?
Yazı boyunca yaratıcı yaşamın ancak bebeklikte deneyimlenecek olan yeterince iyi çevre koşulları ile mümkün olduğundan söz edilse de bu çevre koşullarını yaşamın ileriki yıllarında deneyimlemek de mümkündür. Bu da ancak kişiliğin gelişimine odaklanan, sınırları belirli güvenli ve tutarlı aynı zamanda yakın bir ilişkinin kurulabildiği uzun süreli psikoterapi ilişkisi ile mümkündür. Psikoterapi, bireyin içsel dünyasını yeniden keşfetmesine ve yaratıcı kapasitesini tekrar canlandırmasına olanak tanır. Bireyin bastırılmış duygularını, düşüncelerini ve arzularını ifade edebileceği bir alan sunar. Bu alan, kişinin kendisiyle yüzleşmesine ve özgünlüğünü ortaya çıkarmasına yardımcı olur.
Psikoterapi sürecinde yazı boyunca bahsedilen ‘yeterince iyi çevre koşulları’nın deneyimlenebileceği bir ortam sağlanmaktadır. Bunun mümkün kılan psikoterapinin bir yandan serbestliğe ama aynı zamanda da sınırları korumasına dayanır. Kişi kendisi için sunulan güvenli alanda serbestçe kendisini ifade ederken aslında Winnicott’un bahsettiği geçici bir delilik halini yaşayabilecektir. Aynı zamanda bu delilik hali yaşanırken seansların sınırlı süre ile belli aralıklarla yaşanması ve terapinin çerçevesinin sağlamlığı da kişiyi güvene alacaktır ki böylelikle serbest kalmak daha da mümkün olacaktır. Psikoterapideki bu serbest alan oldukça önemlidir çünkü kişi ancak bu sayede kendisini keşfedebilecektir. Kişi serbestlikle iç gerçekliğini keşfedip deneyimlerken sınırlar ile de dış gerçeklik ile bağlantı kurarak ruhsal bir onarım yaşayabilecektir.
Zamanla kendi gerçekliğini keşfedebilmesi, bunu ortaya koyabilmesi ve yaratıcı bir varoluş sürebilmesi mümkün hale gelebilecektir. Yaratıcı bir yaşam, bireyin kendisiyle bağlantıda olması ve içsel arzularını özgürce ifade edebilmesiyle mümkündür. Psikoterapi, bu bağlantıyı yeniden kurarak, bireyi yaratıcı bir varoluşa taşır ve hayatını daha anlamlı ve doyurucu yaşamasını sağlar.
Sonuç olarak, yaratıcı bir yaşamın ortaya çıkışı, bireyin yeterince iyi bir çevrede büyümesi ve içsel yaratıcılığını dış dünyayla entegre edebilmesiyle mümkün olur. Ancak, bu çevre koşullarına erişememiş bireyler için psikoterapi, kaybedilen yaratıcı kapasiteyi yeniden canlandırmada kritik bir rol oynar. Her bireyde var olan bu potansiyelin açığa çıkması, yalnızca bireyin yaşamını anlamlı ve doyurucu hale getirmekle kalmaz, aynı zamanda toplumun zenginleşmesine de katkıda bulunacağına inanıyorum.
“Görüyoruz ki bireyler ya yaratıcı bir biçimde yaşayıp hayatın yaşamaya değer olduğunu hissediyorlar ya da yaratıcı bir biçimde yaşayamayıp yaşamanın değerinden şüpheye düşüyorlar.”
-Winnicott
Yazan: Klinik Psikolog Efşan Yalçın
Kaynak:
Donald Winnicott, Yaratıcılık ve Kökenleri: Yaratıcılık Düşüncesi.